05 Temmuz 2025 Cumartesi
Kan günahı temizler mi?
Kurban…
Her yıl tekrar edilen bir ibadet.
Ama nedir hakikati?
Bir hayvanın boğazlanması mı sadece?
Kan akıtmak mı?
Bir ritüelin zahirine sadakat göstermek mi?
Oysa Kur’ân şöyle der:
“Onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları. Allah’a ulaşan sadece sizin takvânızdır.”
(Hac, 22/37)
Bu ayet, ritüelin özüne dair bir sarsıntıdır.
Zira sorar: Kimi kandırıyorsunuz?
Et mi lazım Allah’a?
Kan mı?
Hayır.
Allah’a ulaşan, sizin iç dünyanızda neyi feda ettiğinizdir.
Yani:
Yalanı kesebildiniz mi?
İftirayı kurban edebildiniz mi?
Hakkı gasbetmeyi, kibri, bencilliği boğazlayabildiniz mi? Verdiğiniz sözü yerine getirmediğinizde yüreğiniz ince ince kan akıttı mı?
Çünkü kurban bir hayvanın canına kıymaktan önce, insanın kendi içindeki karanlığı boğazlamasıdır.
Kurban, Hz. İbrahim’in rüyasında oğlunu değil, kendi iradesini teslim ettiği bir inkılâbın adıdır.
Ve İsmail, yalnızca bir çocuk değil, insanın gözünün nuru, gönlünün bağlandığı her şeydir. Her şey…
Baba, evlâdı değil; evlâda olan zaafını kurban eder. Ve işte orada başlar teslimiyet.
Orada zuhur eder hikmet.
Dolayısıyla, kurban bir ibadetten fazlasıdır.
Sıradan bir eylem değidir. Bir yöneliştir.
Bir kesme değil, bir bırakma sanatıdır.
Zira insanın Rabb’ine yaklaşması, elindekileri değil sadece, kendini bırakmasıyladır.
Sormak gerekir:
Her yıl kan akıtıyoruz ama,
hiç öfkemizi akıtabildik mi?
Hiç hırsımızı boğazlayabildik mi?
Hiç benliğimizi yatırabildik mi toprağa?
İnsanın kendi karanlığına karşı kestiği bir bıçak yoksa elinde,
boşunadır hayvan boğazlaması.
Kurban, bir sınırın adıdır. Seninle Allah arasında duran her şeyi feda etme sınırı.
Sen, putlarını kesmeden Allah’a yaklaşamazsın.
Ve putlar, çoğu zaman taştan değil, tutkulardan yapılır. Kurban, işte tam da bu yüzden, en başta bir iç terbiyesidir ve bir iç tezkiyesidir vesselam…
AYŞE SUCU
Kibir Felsefeyi Susturur!!
Bilgi, kişide haddini bilme yerine haddini aşma, tefekkür yerine tahakküm, tevazu yerine tekebbür hâline dönüşmüşse, bu durum bilgiyle hikmet arasındaki bağın koptuğunun açık göstergesidir.
Nitekim İbn Rüşd, bilginin ancak adaletle, yani “hakkı hak bilip ona tabi olmakla” değer kazanacağını savunur. Bilginin adaletle birleşmediği yerde, insan yalnızca bilen değil, aynı zamanda aldatan, küçümseyen ve tahkir eden bir figüre dönüşebilir. Bu, filozofun değil, kibirli retoriğin ürünüdür.
Sokrates, kendisinde bilgelik iddiası görenlerle konuştuğunda şu sonuca varmıştı:
“Ben onlardan daha bilgeyim; çünkü ben bilmediğimi biliyorum.”
Bu ifade, entelektüel erdemin temel taşı olan tevazuun en saf örneğidir. Gerçek bilge, bilmenin sınırlarını bilen, başkalarının cehaletini yargılamak yerine kendindeki eksikliği fark edebilendir.
Oysa günümüzde kimi entelektüeller, kültürel ya da akademik sermayesini kibirli bir mesafe üretmek, halkı küçümseyen imalarla söz söylemek için kullanmakta; bilgiyle beslenen bir üst dil kurarak kendisini bir nevi “seçilmiş” ilan etmektedir. Bu, bilginin içselleştirilmediği, yani hazmedilmediği durumlarda sıkça görülür.
Bu bağlamda, Michel Foucault’nun “iktidar bilgidir” sözü, yanlış ellerde “bilgi iktidar üretir” zannına dönüşür. Ancak bilgi ahlâkla bağını kopardığında, artık hikmetten değil, hileden beslenir.
Spinoza, ahlâkla bilgiyi birleştirmedikçe özgürlüğün asla kazanılamayacağını söylerken, Kant, aydınlanmanın temelini “aklın kamusal kullanımı” kadar bireysel ödev ahlâkına da dayandırmıştır.
İkinci husus; entelektüelin mahallesi olmaz.
Entelektüel, belirli bir mahallenin veya grubun değil, hakikatin izini süren insanın vicdanıdır. Ancak bu vicdanın ifadesi hem ahlâkî hem epistemolojik tutarlılık taşımalıdır. Entelektüel, ne halka yukarıdan bakabilir ne de halkın hoşuna gidecek yüzeysel bir retorikle yetinebilir. Onun sorumluluğu, bilginin hakkını vermek, onu “kendinden menkul” değil “kıymeti ortak olan bir emanet” gibi taşımaktır.
Demem o ki, felsefe, hikmetsiz düşünülemez; hikmet ise ahlâksız olamaz. Bilgi insanı büyütüyorsa ne âlâ, fakat bilgi insanı başkasını küçümsemeye götürüyorsa, orada ne hikmet kalır ne erdem. Ne de söyleyenin söylediklerinin bir esprisi.
Bilgi zemininde konuşan herkesin önce kendine, sonra sözünün muhataplarına karşı sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluk, bilgiyi, insanlığa karşı tevazu ve adaletle sunabilme edebini de gerektirir vesselam…
AYŞE SUCU
Birlikte Düşünelim; buyurun…
Her din, görünürde Tanrı’dan söz eder; ama özünde insanı arar…
Çünkü insan, varoluşunun merkezinde bir yarılma yaşar. Nasıl mı? Doğar ama niçin doğduğunu bilmez, ölür ama nereye gideceğini kestiremez. İşte bu bilinmezlik, yalnızca bir cehalet değil, bir yaradır! Ve dinler, bu yarayı taşıyan varlığa, yani insana, “Sen yalnızca et ve kemikten ibaret değilsin” demek için konuşurlar. İnsan, bir düşünürün de dediği gibi, “Tanrı’yı arayan bir bedendir.”
Onun ıstırabı, sadece maddî yoksunluktan değil, anlamın yoksulluğundandır. Dinler, bu anlam kıtlığında bir yağmur duası gibidir. Augustinus, Tanrı’yı kendi iç dünyasında ararken şunu demiş: “Geç kaldım seni sevmekte, içimde olan ey güzellik!”
Bu geç kalışa hangimiz yakalanmadık? Ya da hala ne kadar farkındayız? İnsanın en kadim çelişkisidir desem yanlış olmaz herhalde! Zira insan, kendi içine en son uğrayandır. Dinlerin bu yüzden ilk sözü hep uyarıdır. Kur’an’da bu bağlamda adeta haykırır: “Uyan”, “Dön”, “Hatırla”, “Unutma”. Zira unutan bir varlık olarak insan, ancak hatırladığında kendisi olur; kendine döndüğünde ise ancak Yüce Allah’a yaklaşır vesselam…
Son günlerde Asya’da Hindistan’ın Keşmir bölgesinde yaşanan çatışmalarda bilanço ağırlaşıyor. 27 Ekim 2024 tarihinde Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Jammu bölgesindeki Doda ormanlarında çıkan çatışmada beş Hint askeri hayatını kaybetti. Hindistan ordusunun 16. Kolordusu, kuvvetlerin Pazartesi akşamı Srinagar’ın yaklaşık 135 kilometre güneydoğusunda, Jammu bölgesinde Doda ormanında bir operasyon başlattığını ve burada bir yüzbaşı da dahil olmak üzere dört askerin öldüğünü bildirdi. Bir polis memuru da yaraları nedeniyle hayatını kaybederken, iki asker de ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Bu çatışma, 2024 yılı içinde Keşmir’de yaşanan en kanlı olaylardan biri oldu. Hindistan’ın Keşmir’deki askeri varlığı, bölgedeki gerilimleri artırıyor ve Pakistan ile Hindistan arasındaki ilişkilerde yeni bir gerginlik kaynağı oluşturuyor.
Keşmir, Hindistan, Pakistan ve Çin’in hak iddia ettiği bir bölge olup, tarihsel olarak bu ülkeler arasında sık sık çatışmalara ve gerilimlere sahne olmuştur. Bu son olay, bölgedeki istikrarsızlığın ve uluslararası gerilimin arttığının bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir bölgesindeki gerilimler, geçmişte de büyük çatışmalara yol açmıştır. Örneğin, 2019 yılında Keşmir’de askeri konvoya düzenlenen saldırıda en az 40 Hint askeri hayatını kaybetmişti. Bu tür olaylar, bölgedeki barış ve güvenlik ortamını tehdit etmektedir.
Uluslararası toplum, Hindistan ve Pakistan’ı Keşmir’deki gerilimi azaltmaya ve diyalog yoluyla çözüm aramaya çağırmaktadır. Ancak, taraflar arasındaki derin güven sorunları ve tarihsel anlaşmazlıklar, bu çağrıların etkili olmasını zorlaştırmaktadır.
Bölgedeki gelişmeleri yakından takip etmek önemlidir, çünkü Hindistan ve Pakistan arasındaki herhangi bir çatışma, sadece bölgesel değil, küresel güvenlik açısından da ciddi sonuçlar doğurabilir.
Bugün, 8 Mayıs 2025 tarihinde, Vatikan’da tarihi bir gelişme yaşandı: Sistine Şapeli’nin bacasından yükselen beyaz duman, yeni papanın seçildiğini müjdeledi. Bu geleneksel işaretin ardından, kalabalıklar Aziz Petrus Meydanı’nda coşkuyla kutlamalara başladı.
Chicago doğumlu 69 yaşındaki Kardinal Robert Francis Prevost, Papa Leo XIV olarak seçildi. Bu, Kuzey Amerika kökenli ilk papanın taç giymesi anlamına geliyor. İtalyan, Fransız ve İspanyol kökenlerine sahip olan Prevost, Peru’da misyonerlik yapmış ve daha sonra Vatikan’da Başpiskoposlar Dikasterisi’nin prefektörlüğünü üstlenmiştir. İlk konuşmasında barış, birlik ve sosyal adalet temalarını vurgulamıştır.
133 kardinalin katıldığı gizli konklavda, dört oylama sonucunda beyaz duman yükseldi ve yeni papa seçildi. Bu süreçte, İtalya’nın Sekreter Devlet Kardinali Pietro Parolin, Filipinler’den Kardinal Luis Antonio Gokim Tagle ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden Kardinal Fridolin Ambongo gibi isimler öne çıkmıştı. Ancak, Prevost’un dengeli liderlik tarzı ve uluslararası deneyimi, onu konsensüs adayı haline getirdi.
Beyaz duman, yeni bir papanın seçildiğini simgeler ve bu gelenek, Katolik dünyasında derin bir anlam taşır. Dumanın rengi, kullanılan kimyasal maddelere bağlı olarak belirlenir; beyaz duman, potasyum klorat, laktoz ve reçine içerirken, siyah duman, potasyum perklorat, antrasen ve kükürt içerir.
Vatikan’dan İlk Açıklamalar
Papa Leo XIV, Aziz Petrus Bazilikası’nın balkonundan halka hitaben “Habemus Papam” (“Bir papamız var”) diyerek ilk kez seslendi. Aynı zamanda “Urbi et Orbi” apostolik kutsamasını da sundu. Vatikan, resmi internet sitesinde de bu tarihi anı duyurdu.
eni Papa’nın göreve başlamasıyla birlikte, Katolik Kilisesi’nin iç reformları, Batı’da azalan kilise katılımı ve küresel diplomatik ilişkiler gibi önemli zorluklarla karşı karşıya kalacağı öngörülmektedir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.